5 Eylül 2008 Cuma

Abhazya’nın fethi

Birkaç gece Svaneti’de bir dağ kampında kaldık, 3000 küsur metrede, dünyada olup bitenden habersiz. Sabah tıngır mıngır Zugdidi’ye indik. Orası kötüdür diye uyarmışlardı ama kulak asan kim? Günlerdir doğru dürüst bir şey yememişiz, açız, toz toprağa batmışız, araba da haşat. Lokanta bulup bir şeyler yiyeceğiz, tamirci bulacağız, sonra Prenses Çavçavadze’nin botanik bahçelerini göreceğiz, hesapta.

Daha şehre girmeden üç tane bıçkın tip yolumuzu kesti. Kapıyı açıp Müjde’nin boğazına bıçağı dayadılar. Müjde de o sırada 3-4 aylık hamile. Neyse, istedikleri paraymış. Cebimizdeki 2300 doları kuş gibi döktük, kurtulduk. Az değil, o parayla daha Moskova’ya, Petersburg’a gidip geri döneceğiz. Yola devam edebilir miyiz? Ölmek var dönmek yok dedik, daha doğrusu ben dedim: devam!

Daha o şok geçmemişti ki, bu sefer şehrin ortasında arabanın biri yandan sıkıştırdı. Can havliyle gaza basıp kaçmaya çalıştım. Pencereyi açıp tabanca çektiler, mecburen durduk. Cepte kalan bir tomar işe yaramaz rubleyi bağıra çağıra üstlerine fırlattık. “Tamam, peki” işareti yapıp yol verdiler: belli ki alışıklar. Lokantasına da, botaniğine de lanet okuyup pedala kuvvet Zugdidi’den kaçtık.

Esas macera bundan sonra başladı.

Şehir çıkışındaki köprüde asıl Gürcistan bitiyor Abhazya’ya geçiliyor. Geçer geçmez bir şeylerin yolunda olmadığı anlaşıldı. Yerde zincirleme trafik kazası olmuş gibi izler, cam kırıkları. İleride bir tank, terkedilmiş, yanıyor. Karşıdan manyaklar gibi yalpalayarak birkaç araba geldi, içleri balık istifi asker dolu, üniformalarının yarısı var, yarısı yok, kimi tişörtlü, kafalarında kanlı birer bez, ellerindeki kalaşnikovları pencereden dikmişler. Vınlayıp geçtiler. Arada ters istikamette konvoyla askerler gidiyor, ne araç denk geldiyse doluşmuşlar: özel otolar, ambülanslar, külüstür şehiriçi otobüsleri.

Yol kenarında bir kalabalık kamp kurmuş, belli ki bir-iki gündür buradalar, sefilleri oynuyorlar. Ermenice bilen birilerini bulduk, sorduk. Dün Gürcü ordusu Abhazya’yı istila etmiş. Yol üstünde birkaç kilometre ötede savaş varmış. Sene 1992, galiba 14 Ağustos olmalı.

Ben tutturdum, görelim diye. Fırsat bu, bir daha savaş nerede buluruz? Hem Zugdidi’ye dönüp ne yapacağız? Geri adım atarsak Müjde dünden hazır, vazgeçelim diyecek. Yolculuk yatar.

Arabanın antenine bir beyaz atlet bağladık. Askeri barikatlarıı “jurnalist” deyip geçtik. Arada egzos takımı kopmuş, içeri alıp ön camdan bazuka gibi dışarı uzatmışız, cehennem makinası homurtuları çıkartarak gidiyoruz. Gören Gürcü ordusunun gizli savaş aracı sanır.

Karşıdan güruhlar halinde insanlar gelmeye başladı. Sırtlarında tencereler, tavalar, denkler, yorganlar; nineler, bebeler, kimi eşyasını işporta arabasına yüklemiş. Evlerinden kaçan Abhazya’lı Gürcülermiş. Yol kenarındaki bir köyde genç bir kızla konuştuk. Durmamız için yalvardı, diller döktü. Gece istesek onlarda misafir kalabilirmişiz. Abhazlar Müslümanmış, gözlerini kırpmadan insanı keserlermiş. Müjde gene kalacak gibi oldu, Müslüman olan sanki o değil benmişim gibi!

Köy çıkışında ilk cesetlerimizi gördük. Yol kenarına yatırmışlar, başlarında eşofman üstü kamuflaj ceketi giymiş birkaç Gürcü askeri. Sylvester Stallone kılıklı bir tanesi gözü dönmüş bir ifadeyle silahı arabanın camından içeri soktu, kafama doğrulttu. “Rambo!” deyip güldüm, sigara ikram ettim. Marlboro paketini kaptı, ne halin varsa gör gibisinden yol verdi.

Sohum’da sokak çatışmaları oluyormuş: şehirden bam güm sesleri geliyor, dumanlar çıkıyor. Gürcüler bu sabah girmişler, Abaşidze’nin hükümetini ele geçirmeye çalışıyorlarmış. Tıpkı bizim Karadeniz şehirleri gibi bir yer, bir yanı deniz, bir yanı dağ, tek geçit yolu var. Artık kaldık burada derken ilk kamptan tanıdığımız Ermenilerden biri çıkageldi. Arka yolları biliyormuş, peşine düştük, dere tepe mahalle yollarından geçip Abhaz tarafına çıkıverdik. Türk plakasını görünce pek sevindiler, “kardaş!” “salamalaykum!” diye tezahürat yaptılar. Selamlarını aldık, bozuntuya vermedik.

15-20 km ileride, dağın yamacında, ormanın içinde, masallardan çıkma bir gümüş kubbeli Rus kilisesi beliriverdi. Meşhur Novy Afon Manastırı imiş. Savaştan kaçan Ruslar için buraya mülteci merkezi kurmuşlar. Bir yolunu bulup araya kaynadık, yemekhanede karnımızı doyurduk. Rica minnet, gece yatacak bir yer de verdiler.

Ertesi gün kendimizi Pitsunda’daki plaja attık. Bütün gün kumsalda yatıp denize girdik.

1 yorum:

ssbb dedi ki...

abi, inanılmaz maceralarınız var.
bir de böyle neşeli, üfürükten olay gibi anlatıyorsunuz daha inanılmaz oluyor.
sizin bu cengaverliğinize karşı esas müjde hanımı tebrik etmek gerekir, zira böyle bir daha savaşı nerede göreceğiz deyip harp mıntıkasına giren adama eşlik etmek her kadının yapacağı iş değil!